İnsanın olduğu her yerde felsefe vardır.
Felsefe tüm insan yaşamında, ama özel olarak kendisinin de içinde bulunduğu
kültür alanlarında etkindir. Bilim, sanat, felsefe ve siyaset kültürü oluşturan
eşit ağırlıkta araştırma alanlarıdır. Aralıksız insan araştırması yapan bu dört
alan sürekli olarak etkileşirler. Felsefe öbür kültür alanlarına kendilerini
bir bütün olarak temelden tartışma olanağı sağlar. Bu yüzden felsefe sanatın
zorunlu bir öğesidir. Gerçekte kültürün hiçbir alanı yoktur ki öbüründen bir
şey almasın. Bu alanlardan birine sıkışıp kalmak verimsizliği, açmazlara
düşmeyi, tutarsızlıklara uğramayı göze almaktır. Gerçekte tüm kültür alanları
amaçları ortak olan alanlardır: insanı araştırırlar, insanın ne olup ne
olmadığını ortaya koymaya çalışırlar. Bu ortak amaçlı alanların ne olmadığını
ortaya koymaya çalışırlar. Bu ortak amaçlı alanların yöntemleri elbette ayrı
ayrıdır. Felsefenin yöntemi kavramsal araştırma yöntemidir. Bilim tek tek
olgulardan yasalara yükselmeye çalışır. Sanat duygusal –düşünsel çerçevede
insanı bir bütün olarak ele alır. Siyaset toplumsal örgütlenme biçimlerinden
giderek insan değerlerini tartışır.
İnsanların bir bölümü kültüre dolaylı
olarak ya da şöyle bir katılır, bir bölümü de doğrudan doğruya kültür etkinliği
içindedir. Kültür etkinliği gösteren insanlar kültür alanlarından yalnızca
biriyle ilişkili olsalar da öbür alanlara da yönelmek gereksinimi duyarlar; tek
bir alanda sıkışıp kalmak onlara yetmeyecektir. Bu da bize bilimin, sanatın,
felsefenin ve siyasetin tek başına bir anlama gelmediğini gösterir. Bu
alanlardan birinde göstermelik değil de gerçek bir etkinlik içindeyseniz
kendinizi öbür alanlardan da destek almak zorunda duyarsınız. Bu alanlardan
birinin öbüründeki görünümünü belirlemek her zaman olasıdır. Bilimin sanattan,
sanatın felsefeden, siyasetin bilimden ya da daha doğrusu bunların birbirinden
neler alabileceklerini göstermek hiç de zor olmayacaktır. Biz burada yalnızca
sanattaki felsefeyi belirlemeye çalışacağız.
Her sanatçının yetkin bir sanatsal görüye
ulaşmış olması gerekir. Sanatçıyı gören adam diye tanımlayabiliriz. Buradaki
görme gözle olmaktan önce bilinçle görmedir. Sanatçının bilinci özel olarak
sanat için geliştirilmiştir. Sanatçının bilinci yetkin duyarlıkları ve
kavramsal zenginliğiyle belirgindir. Sanatçı insanı duygu ve düşünce düzeyinde
iyi tanıyan kişidir. Sanatçının bilinci düşünsel yetkinliğini her şeyden önce
felsefenin sağlayacağı verilerden kazanacaktır. Demek ki sanatçının göz olması
ya da özel bir görüye ulaşmış olması büyük ölçüde felsefenin katkısıyla
sağlanabilir. Bu da bize şunu gösterir: her sanatçı, her gerçek sanatçı kendi
koşulları içinde bir filozoftur. Elbette sanatçıdan bütün bir felsefenin
sorumluluğunu bekleyemezsiniz ya da ondan meslekten bir felsefe adamının
yükümlülüklerini bekleyemezsiniz. Her düzeyli insanın olduğu gibi sanatçının da
düşüncelerini felsefi bir temele dayamak gibi bir zorunluluğu vardır.
Gerçek sanat yapıtları bize insanı felsefi
bir derinlikte gösterirler. Felsefedeki felsefe başkadır, sanattaki felsefe
başkadır. Felsefedeki felsefe insana insanı tartışarak gösterir, felsefede her
zaman gidimli düşünce geçerlidir. Sanat insanı bize sezgisel bir düzeyde
duyurur. Bu, insanın gösterilmesidir.
Sanat yapıtının felsefi derinliği
birbiriyle çözülmez bir bütün oluşturan niteliklerin karşılıklı konumunda,
onların karşılıklı ilişkilerinde, biçimlerin altında kımıldanan anlam
öbeklerinde kendini gösterir. Bir sanat yapıtı felsefesini olduğu gibi sunmaz
ama derinden derine duyurur. Yapıttan izleyiciye uzanan bu etkinlikte sanatçı
doğrudan doğruya belirleyici rolü oynamaz. Her şey dolaylı bir iletişimde
gerçekleşir. Çehov’un bütün felsefesi kişilerinin sözlerinde, tutumlarında,
davranışlarında belirir; yazar hiçbir biçimde bu anlatım düzeyinde belirleyici
görünmez. O kişileri karşısında soğuk, yantutmaz, ilgisiz görünür. Yaşamla,
insan ilişkileriyle, dünya düzeniyle ilgili olarak onun ağzından tek bir söz
alamazsınız. Ama kişilerinin ne yapacağına karışmaz o. Kişileri bazen acımasız
eleştirilere yönelebilirler. Çehov buna karışmaz, öyleyse öyledir. Çehov’un
Vanya Dayı’sı şunları söyler Serebriyakov’la ilgili olarak:
“ Bak şimdi, tam yirmi beş yıldır
sanattan hiçbir şey anlamaksızın sanat üzerine dersler veriyor ve yazılar
yazıyor. Yirmi beş yıldır başkalarının gerçekçilik üzerine, doğalcılık üzerine,
başka benzer saçmalar üzerine fikirleriyle geviş getiriyor. Yirmi beş yıldır,
akıllı insanların zaten bildiği, ahmaklarınsa hiç mi hiç ilgilenmediği şeyler
üzerine dersler veriyor, yazılar yazıyor. Kısacası yirmi beş yıldır boşuna
vakit harcıyor”
Her sanatçının felsefesini ortaya koyuş
biçimi başka başkadır. Dostoyevski’nin felsefesi romanlarının gerçek
kişilerinden ya da birinci kişilerinden çok sıradan kişilerinde, ikincil hatta
üçüncül kişilerinde yansır. Karamazov Kardeşler’de en önde Dimitri’yi, sonra
İvan’ı görürsünüz. Bu iki kardeş, hele İvan, hele de hummalıyken sürekli olarak
filozofça sözler ederler, ancak yakından bakıldığında bu sözler birer
sayıklamadan başka bir şey değildir. Oysa felsefi incelik ya da felsefi
derinlik Alyoşa’nın suskunluğunda, ölçülü davranışlarında kümelenmiştir. Daha
basite gittikçe daha derine ulaşırsınız. Romanın en önemli kişisi belki de
Staretz Zosima’dır. O bir bilgedir, davranışlarıyla hatta ölümüyle insanı
şaşırtır. Gaddar bir askerken son derece yumuşak ve öngörülü bir din adamı
olmuştur. “Geleceği acılarla dolu olacak” gerekçesiyle Dimitri gibi birinin
karşısında diz çökebilen biri olmuştur. Gruşenka’dan başlayarak romanın en
çarpıcı kişileri en baş kişileridir. Gene de, neresinden bakarsanız bakın,
Dostoyevski’nin romanlarında insanın eksıkliğini, günaha eğilimini duyarsınız.
Dostoyevski de Çehov gibidir, kişilerinin işine karışmaz, yaşamı kendi kafasına
göre belirlemeyi düşünmez.
Flaubert’in yüreği gerçekliği koşullamak
korkularıyla doludur. O, bu yüzden, gerçekliği olabildiğince eksıksiz
gözlemlemek ister. Bu bir doğalcılık telaşı değildir, çünkü Flaubert kendi
yapıtını baştan sona özenle kendi kurgular, kendine göre kurgular. Onda
kurgunun payandalarını ya da fırça vuruşlarını rahatça görürsünüz. Zola’da
gördüğümüz gerçekçi gereç bolluğunu Flaubert’de göremeyiz. Zola elde ettiği
gereci kendi felsefesinde bütünleştiremediği için bir bakıma ziyan eder.
Flaubert’in felsefesi, Çehov’unki ve Dostoyevski’ninki gibi yalın ve kolaydır.
Ancak Flaubert, Dostoyevski gibi yapmaz, tüm felsefesini romanın baş kişisinde,
Madame Bovary’de yoğunlaştırır. Öbür kişiler, Madame Bovary’nin kocası o kasaba
hekimi George bile bu felsefenin ortaya konulabilmesi için birer basit araçtan,
birer yansıtıcıdan başka bir şey değillerdir.
Şiirden vereceğimiz bir başka örnek,
zamanda, uzamda ve kavrayışta birbirine çok yakın duran sanatçılar arasında
bile bir felsefi doku ayrılığının sözkonusu olduğunu bize gösterecektir. XIX.
Yüzyıl Fransa’sının birbirine yolgöstermiş dört şairi, Baudelaire, Verlaine,
Rimbaud ve Mallerme, şiirde simgeciliğin temellerini atarken bambaşka
felsefeler geliştirdiler. Baudelaire’in başlattığı simgeyle anlatım serüvenini
Verlaine ve Rimbaud geliştirdiler ve Mallerme’ye ulaştırdılar. Onların şiirinde
bir yöntem ortaklığı kendini baştan sona duyursa da onlardaki felsefeler başka
başkadır. Bu felsefelerin tek ortak noktası belki de çağdaş insanın evrensel
tedirginliklerini alabildiğine ve derinden derin duyuruyor olmasıdır.
Baudelaire çelişkilerle dolu kaçılası bir
dünya tablosu çizdi. Bu dünyadaki gerçek insan mutsuz insanın ta kendisiydi.
Sartre şöyle der:“ Mutlu insan ruhunun gerilimini yitirmiştir, düşmüştür.
Baudelaire hiçbir zaman mutluluğu benimsemeyecektir, çünkü mutluluk
ahlakdışıdır.” Baudelaire’in dünyası tam tamına Platon’un duyulur dünyası
gibi bir şeydi, bir üst dünyayı, ölümsüzlükler ve arılıklar dünyasını,
düşünülür dünyayı düşündürüyordu. Gerçek insan bu bataklıktan, bu küçük
insanlar dünyasından esir’e doğru kanatlanma tutkusunu taşıyacaktır. Bu bir
kaçış deneyi de olsa bir özgürlük deneyidir. Verlaine’e gelince, onun felsefesi
duyarlılığı güçsüzlüğe kadar geliştirmiş dengesiz bir ruhun dünyayla ilgili
karamsar bakış açısını içeriyordu. Yazgı gibi bir şeyin elinde şaşkına dönen
insan acıların en yetkinine ulaşma koşulunu aralıksız yaratacak biçimde
durmadan kendine yenilecektir. Rimbaud’un felsefesi çılgınlığın felsefesiydi,
başıboşluğun kendini ikide bir duyurduğu bir haz felsefesiydi, mutsuzlukta bile
şeytani bir tad bulabilecek kadar atılgan bir ruhsallığın felsefesiydi.
Mallerme’nin dünya karşısındaki durumu ince ince bakan, ayrıntıları gören, daha
çok görmek istediğini gören, hemen her şeyde uyum arayan, heyecanlarına
yenilmeyen bir usçunun durumudur. Onda gerçekliklerin ardında bizi çağırıp
duran ülküsel bir dünya gizlidir, bu dünyaya ulaşmak için gündelik yaşamda
kullandığımız mantığı bırakmamız gerekir.
Evet, görüldüğü gibi aynı çağın hatta aynı
dönemin sanatçıları yapıtlarında bize başka başka felsefeleri duyururlar.
XV.-XVI. Yüzyılların Hollandalı ressamları üç aşağı beş yukarı aynı koşulları
yaşamakla birlikte sanatlarında başka başka felsefeler geliştirmişlerdir.
Hubert ve Jan Van Eyck kardeşler dünyayı tam anlamında gönül rahatlığıyla
gözlemlemişlerdir. Onlar sanki hiçbir şeyden kuşkuya düşmezler, insanı ve
doğayı yakından tanımanın ve kendilerine yakın bulmanın dinginliği
içindedirler, bu çerçevede insanı da doğayı da ayrıntılarıyla anlatırlar.
Dünyayla kavgaları, çelişkileri yoktur. Onların gözünde dünya bir tür
cennettir, buna göre varolmak en güzel mutluluktur. Zaten cehennem diyebir şey
yoktur; herşey en uygun biçimde düzenlenmiştir. Bosch’a gelince, o insanda,
yalnızca insanda değil her şeyde Şeytan’ı bulur. Şeytan uğramış bir insanlığın
üyesidir o. Şeytanlık özellikle cinselliğe bağımlı tutsaklıkta kendini
gösterir. Bu durumda Tanrı ya yoktur ya da olmadık bir yerlerde gizlidir.
Bosch, Van Eyck kardeşlerin tersine her şeyi kötü gözle görür, alabildiğine
karamsardır. Haklıdır, yaşadığı dünya hiç de iç açıcı bir dünya değildir: halk
yoksuldur, açtır, dilenciliği ve serseriliği meslek edinmiştir. Kıtlık,
yangınlar, veba, nice felaketler umudu neredeyse hiçe indirmiştir. Karamsarlık
iyimserlikten daha doğru, daha yasal, daha tutarlı gibidir.
Her gerçek sanatçı yetkin bir sanatsal görüye
ulaşmış kişidir. Bu da ancak felsefenin sağlayacağı bakış açısıyla olasıdır.
Her sanatçı kendi koşulları içinde filozoftur. Her gerçek sanatçıda insanlığın
tüm temel sorunları dizgesel bir tutarlılıkta aydınlığa kavuşur. “ Yüksek
düzeyde hiçbir sorun yoktur ki Dostoyevski’nin romanı onu ele almış olmasın”
der Gide. Ancak romandaki bu sorunlar durumların, olayların, ilişkilerin
arasından sezilebilen sorunlardır, onları bir felsefe kitabında olduğu gibi
apaçık göremeyiz. Flaubert yerden göğe haklıdır: “ Tanrı nasıl yaratısında
görünmez ve tam güçlü olarak varsa sanatçı da yapıtında her yerde sezilmeli ama
görülmemelidir.”
0 yorum:
Yorum Gönder