GEÇ GOTİK SANAT


13. yüzyılın sonlarından itibaren Orta Çağ Felsefesi ve Sanatının, hızla çözülmeye ve saflığını, klasikleşmiş olan özelliklerini yitirerek değişmeye başladığı görülür. 14. yüzyıla gelindiğinde ise hem Orta Çağ hem de Rönesans kültürünün özelliklerini bir arada bulmak mümkündür.

Bu yüzyıllarda “öbür dünya” değil ”bu dünya” önem kazanmaya ve kilisenin halk ve kültür üzerinde olan etkisi, hâkimiyetinin yok olmaya başladığı görülmektedir. Dönemin siyasi koşullarının oluşturduğu yeni sınıflar, ekonomi alanında feodal aristokrasiye kıyasla “daha dünyasal”, ”daha akılcı”, değişimden yana ve kendisinden önceki döneme göre daha yaratıcı bir yapıya sahiptir.  Aynı zamanda bu sınıf gerçekçidir ve kendisinin de gereksinim duyduğu özgürlüklerden yanadır.

14. yüzyılda, düşünce alanında skolâstik felsefenin tekeli kırılır. Yüzyıllar boyunca gelişme ve kendini anlatabilme olanağı bulamamış bu dünyanın gerçeğine yönelik düşünce akımları boy göstermeye başlamıştır.

Bu yüzyıllardan itibaren sanatçılar da özgürleşmeye başlamış ve sanatçılar piyasa için de eserler üretmeye başlamıştır. Fakat hala çoğunlukla sanat eserlerinin temel konuları dinsel içeriklidir.

14. yüzyıl Avrupa kültür dünyasındaki bir diğer önemli gelişme ise yüzyılın ortalarından itibaren kültürün öncülüğünün yavaş yavaş Fransa’dan İtalya’ya geçmesidir. Bu gelişmede başlıca rolü, 1337 yılında İngiltere ve Fransa arasında başlayan Yüzyıl Savaşlarıdır.

14. Yüzyıl Skolâstiği, Orta Çağ Skolâstik Felsefenin son evresi ya da Geç Skolâstik dönem olarak anılır.  Bu yüzyıl, skolâstik felsefenin giderek çözüldüğü, ayrıştığı bir yüzyıldır. Eğitimin kiliselerin tekelinden yeni yeni oluşan akademilerin eline geçmesi, bireylerin kendi ana dillerinde tartışabilmesi ve üretmeye başlamaları Skolâstik düşünce yapısının sarsılmasına sebep olmuştur. Bu yüzyılda Skolâstik düşünce sistemine tepki olarak karşımıza çıkan en önemli iki akım Nominalizm ve Mistisizm’dir.

Nominalizm(Adcılık)

Nominalizmin dönemin felsefi düşüncesinin değişimine çok büyük etkisi olmuştur. Skolâstikçiler, akıl açıklama yoluyla zihnimizde oluşan tümel kavramlara öncelik verip, bunları “tek gerçek” olarak görürlerken; Nominalistler, tümel kavramların “objektif gerçekleri” olmadığını, gerçek olanın nesneler dünyası olduğunu, tümel kavramların ise bu nesnelere bizim verdiğimiz adlardan ibaret olduğunu öne sürmekteydiler.

Tümellerin gerçekliği sorgulanmaya başlayınca, sonsuz sayıda nesnelerin oluşturduğu fiziksel evren ve bireyler önem kazanmaya başlamıştır. Orta Çağın doğayı ve nesneleri ikinci plana atan düşüncesi sarsılmıştır. Nominalizm, Orta Çağ boyunca aşağı sayılan nesneler dünyasına ve doğaya karşı ilgi uyanmasına, buna bağlı olarak da deney ve gözlemin giderek önem kazanmasına neden olmuştur.

Mistisizm (Gizemcilik)

Mistisizm de Nominalizm gibi Orta Çağ boyunca Skolâstik’in baskısı altında gelişemeyen ama 14. yüzyılda hızla gelişebilme olanağını bulmuş olan bir düşünce akımıdır. Mistisizm, Tanrının ne akıl ne de duyularımızla kavranamayacağını ona ancak sezgiyle ve onu severek ulaşılabileceğini öne sürer.

Bu açıdan mistisizm, nominalizmle taban tabana zıt görünmektedir.  Ancak bu iki düşünce akımı, Skolastik karşıtı noktada bir araya gelmektedirler.  Mistisizm Skolastik karşıtı bir düşüncedir, çünkü Skolastik'in tersine Tanrı'nın akıl ile kavranamayacağını, ancak insanın kendi sezgileri ile bilinip sevileceğini söyler. Skolastik, akıl ve inancı uzlaştırmak, aralarında kalıcı bir barış sağlama amacıyla işe başlamıştı.

Bu yüzyılda bir tarafa akıl ile kavranabilen, doğadan edinilen doğruluğu ya da yanlışlığı sınanabilen bilgiyi; öbür tarafa ise o kaynağı doğa olmayan, akıl ile kavranılması olası olmayan doğruluğu veya yanlışlığı sınamayan inancı koyar. Böylece bu iki zıt alanı, “bilim ve inancı” birbirinden ayırır..

Sanatta Önemli Değişimler:

14. yüzyıl, felsefede olduğu gibi, sanatta da oldukça önemli değişimlerin olduğu, Rönesans'ın temellerinin atıldığı bir yüzyıl olmuştur.

Orta Çağ Sanatı içinde, modern sanatın ilk nüveleri görülmeye başlanır. Etkilerini 15. yüzyılın sonlarına değin az da olsa sürdürebilmiş olan Geç Gotik mimarlık, 14. yüzyıl başlarında, Klasik Gotik ilkelerinin "saflığını“ yitirmeye başlaması ile ortaya çıkmaktadır.

14.yüzyıl sanatçısı artık nesneler dünyası ile ilgilenmeye başlamıştır.

Resim sanatı ayaklarını yere basmaktadır. Yavaş yavaş doğanın sayılamayacak kadar çok olan zenginliğini, çeşitliliğini sanatçı keşfetmeye başlamaktadır.

Skolâstik’in tek bir mutlak doğru ve nesnel gerçeklik koşulları arasından kendisini kurtarmayı başaran sanatçı kendi öznelliğinin tadını çıkartmakta kendi seçtiği göz düzeyinden ve kendi bulunduğu noktadan dünyaya bakmaktadır. Giderek özgürleşen sanatçı kendi kişiliğinin farkına varmakta, Gelenekselleşen biçim kalıplarından kendini kurtarmaktadır.

İlk perspektif denemeleri bu dönemde yapılmaktadır.

Mimarlıkta Klasikleşmiş Gotik Nitelikler

13. yüzyıl mimarlığı mantığa dayalı bir sistemdi: her elemanın işlevi belliydi. Mimari elamanlar birbirinden açık bir biçimde ayrılmışlardır. 14. yüzyıl mimarlığı ise anıtsal bir anlatımdan daha çok, ayrıntılarda incelmişliğe önem vermiştir.  Mimarlar eski katedrallerin açık seçik ve görkemli çizgileriyle yetinmemiş, becerilerini daha çok süslemede ve süslemenin karmaşıklığında gösterme yoluna gitmişlerdir. Geç Gotik mimarlık ise bu ilkeyi değiştirmiştir.  Örneğin, bir geç Gotik tonoza bakacak olursak, tonozun kaburgalarının yardımcı öğeler ve fazladan eklenen diyagonal kaburgalarla hiçbir mantıksal bağlantı ya da bir işlevin anlatılmasına yönelik herhangi bir çaba görülmeksizin, tonozun ağ gibi sarıldığı görülür.
Ağ Tonoz,
Musée de Cluny, Paris
Kaburgalı Tonoz, Saint-Séverin kilisesi, Paris.
Kaburgalı Tonoz,
Saint-Séverin kilisesi, Paris.



Resimde Öznelcilik; Uzayın Perspektif Yorumu:

14. yüzyılın başlarından itibaren hızla gelişerek Skolâstik’in düşünsel alandaki tekelini kıran nominalizm ve mistisizm akımlarının ortak paydası öznelcilikti. Her iki düşünce akımı da Skolastik'in nesnel, bireylerden bağımsız olarak var olan ve değiştirilmesi olası olmayan mutlak doğru kavramını dışlamış, özneye (süje) bağlı bir doğru oluşturmuştur.

Dönemin sanatında bu öznelciliğin en tipik ifadesi Duccio ve Giotto ile beliren ve 14. yüzyılın ortalarından itibaren hızla kabul görerek yaygınlaşan uzayın perspektifin yorumlanmasında ortaya çıkıyor. Resimsel mekânın derinlik kazandırılarak gerçek bir mekân yanılsaması yaratacak biçimde betimlenmesi anlamına gelen perspektif hem sanatçının doğayı olduğu gibi yansıtma çabasının, hem de kendinin ve izleyicinin bakış açısını verme kaygısının bir sonucudur.
Giotto - Lamentation (The Morning of Christ),  Scrovegni Şapeli
Giotto
Lamentation (The Morning of Christ)
Scrovegni Şapeli

Perspektif yalnızca ne görüldüğünü değil, aynı zamanda onu gözlemleyen süjenin objeye göre nasıl bir konumda yer aldığını ve o  konumdan objenin nasıl  gördüğünü de izleyiciye verir.

Fiziksel Nesneler Dünyasına İlgi:

Sanatta da doğanın sınırsız nesnelerine ilgi duyulmaya başlandığını gözlemleyebiliriz.  14. yüzyıl resmi, sembolik anlamın dışına taşarak, doğa betimlemelerine ve nesnelerin ayrıntılarıyla belirtilmesine de önem vermeye başlamıştır. Giotto'nun resimsel mekânı gerçek bir uzaysal hacim olarak göstermesi aslında natüralizme atılan ilk adım sayılır.

Resim düzleminde oluşturulan kübik mekân, gerçek yaşamdan alınarak resim çerçevesi içine yerleştirilen bir doğa parçasıdır aslında. Öyküyü anlatan figürler gerçek bir mekâna, üç boyutlu bir doğa parçası veya bir mimari mekânın içine yerleştirilince, artık resmedilen şey yalnızca bu figürler değil, bu üç boyutlu mekânın içinde yer alan her şey olur.

Bu yüzyıl öncesi resim sanatında olduğu gibi esas figürleri çerçeveleyen üç boyutlu mekân içinde yer alan diğer nesneler de resmin içinde yer almadıktan sonra, böyle bir resimsel mekân oluşturmanın gereği zaten yoktu; figürler bir düzlem üzerinde de dizilebilirdi o zaman. Diğer bir deyişle, oluşturulan resimsel mekânın gerçek bir mekân olması, bu mekânın içinde gerçekte yer alan tüm nesnelerin de resmin içinde yer almasını gerektiriyordu. Gerçek bir mekânda, hiçbir şeyin olmadığı bir boşluk olamazdı. Toprak, kaya, ağaç, su, dağ, bina, insan gibi bir nesnenin olmadığı yerde de "hava" vardı.

İnsanın İç Dünyasına İlgi:

14. yüzyılın önemli bir düşünsel akımı olan mistisizm, insan ruhuna ve psikolojisine, insanın iç dünyasına olan ilgiyi uyandırmıştır. Resim ve heykelde, dramatik bir anlatım içinde betimlenen insanların dışsal özelliklerinin yanı sıra, iç dünyaları ve duyguları da anlatılmaya başlanmıştır. Aslında natüralizmin bir sonucu olarak da değerlendirilebilecek olan bu gelişme, portre sanatının yolunu açmıştır.

Figürlerin, içinde bulundukları durum ve koşullara uygun olarak, iç dünyalarının, güçlü tepkilerle, yüz ve davranışlarında ifadesini buluşu, Giotto'nun bu başlangıç döneminde, en belirgin özelliklerden biridir.

Sanatçının Özgürleşmesinde İlk Adımlar:

Artık piyasa için iş üretmeye başlayan sanatçılar, doğaldır ki Orta Çağ'ın çok büyük boyutlu yapılarını kolektif bir emek ve ruhla yapan sanatçılara kıyasla daha özgür olacaklar, kişiliklerini ortaya çıkartabilecekler ve eserlerine bu kişiliklerinin damgasını vuracaklardır. Eserlerinde ortaya koydukları bu kişisel yan ve özgünlükleri onların rekabet ortamında ön plana çıkmaları için gerekli bir durum haline gelmektedir.

14. yüzyıl, toplumda kentsoylu sınıfın giderek güçlendiği ve piyasa ekonomisinin de yavaş yavaş her tür ekonomik ilişkiye egemen olmaya başladığı bir yüzyıl olmuştur.

Bu yüzyıl aynı zamanda değişen sosyoekonomik durumdan dolayı mimarlık alanında da çok büyük çaplı toplumsal projelere girişilmediği bir dönemdir. 12. ve 13. yüzyılların sanatsal yaratısının itici gücü olan anıtsal mimarlığın rolünün giderek azalmasında başlıca etken olarak, İngiltere ve Fransa arasında geçen Yüzyıl Savaşlarının iki ülke üzerinde yaratmış olduğu toplumsal ve ekonomik olumsuzluklar göz ardı edilmemelidir. 12. ve 13. yüzyılların dev toplumsal projeleri olan katedral inşaatları, ancak çok büyük disiplinli ve eşgüdümlü çalışan bir sanatçılar ordusu tarafından gerçekleştirilebilirdi. Bunun için ise ciddi bir maddi güce sahip olmak gerekirdi. Savaşın yaratmış olduğu ekonomik durum bu tarz bir girişimi imkânsız kılar hale gelmişti. Sanatın merkezinin İtalya’ya kaymış olması ve Gotik sanatın bu topraklarda kendine pek yer bulamamış olması ve kilisenin eski etkisini yitirmeye başlaması da diğer başlıca neden olarak sayılabilir.

Değişen bu koşullar, sanatçıyı da giderek piyasa koşullarına göre davranmaya itmiştir. Kurulan küçük çaplı sanat atölyeleri hem çırak usta ilişkisi ile geleceğin sanatını şekillendirecek bir ortam oluştururken bir yandan bu atölyelerde kendi adına iş yapan sanatçılar arasında bir rekabet ortamı oluşmasını sağladı. Artık sipariş üzerine dışarıya iş yapmaya başlayan sanatçılar işlerin kendilerine teklif edilmesi için eserlerine daha özenli ve sanatçının karakterini yansıtacak bir gözle bakmaya başladı.

0 yorum:

Yorum Gönder